[Resimleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.]Son Osmanlı pâdişâhı ve
İslâm halifesi Sultan Birinci Abdülmecid Hanın ogullarının en küçügüdür.
Annesi
Gülistû Sultan’dır. 2 Şubat 1861 târihinde dogdu. Çok küçükken anne ve
babasını
kaybetti. Agabeyi İkinci Abdülhamid Han tarafından büyütülüp, himâye
edildi. Çok
zekî olup fıkıh bilgisinde pek ileriydi. 4 Temmuz 1918’de agabeyi Sultan
Reşâd’ın vefât ettigi gün pâdişâh ve halife oldu.
Saltanata geçtiginde ordu
ve donanmaya bir Hatt-ı Hümâyun göndererek Başkomutanlıgı üzerine
aldıgını
bildirdi. Enver Paşanın Başkumandan Vekili ünvânını Başkumandanlık
Kurmay
Başkanı şekline çevirdi. Tahta geçişi dolayısıyla hazırlanan Hatt-ı
Hümâyunda
Pâdişâh: Kabinede adâletin dagıtımı ve güvenligin saglanması husûsunda
daha
fazla gayret harcamasını, zaruri gıdâ maddelerinin ucuzlatılması için
acele
tedbir alınmasını, ögretimin arttırılmasını, siyâsi suçluların af
edilmesini,
savaş bölgesi dışındaki sıkıyönetimin kaldırılmasını, devlet hizmetinde
çalışacak olanların nâmuslu kimselerden seçilmesini, kânûni bir sebep
olmadıkça
kimsenin işinden uzaklaştırılmamasını istedi.
Bu istekler ve yeni icraatı
pâdişâhın devlet işlerinde ve memleket meselelerinde aktif bir yol
tutacagının
açık bir deliliydi. Ancak bu sıralarda Birinci Dünyâ Savaşının korkunç
neticeleri alınmak üzereydi. Nitekim 30 Ekim 1918’de Mondros Mütârekesi
imzâ
edilerek, Birinci Dünyâ Harbi, maglubiyetimizle bitti.
Mütârekeye imzâ koyan delegeler, 10 Kasım 1918’de saraya
arz-ı tâzim için
geldiklerinde pâdişâh bunları kabul etmedi. Mütârekeden hemen sonra
Osmanlıları
Birinci Dünyâ Savaşına sokan Talât, Enver ve Cemâl Paşalar 3 Kasımda
yurt dışına
kaçtılar. 24 Kasım 1918’de Pâdişâh
Daily Mail Gazetesi muhâbirine beyânat
verdi. Daha sonra
Times Gazetesi’nde de yayınlanan bu
beyânatta,
Osmanlıların Dünyâ Savaşına girmeleri sorumlulugunu İttihat ve Terakki
Fırkasına
yüklüyor, bu suretle felâkete onları sebep gösteriyordu. Bu
beyânatında:“Osmanlı
Devletinin harbe katılması âdetâ bir kazâ neticesidir. Eger siyâsî
vaziyetimizle
cografi durumumuz ve millî
menfaatlarımız ciddî sûrette nazarı dikkate alınsaydı, vukû bulan
teşebbüsün
aslâ mâkul olmadıgı açıkça anlaşılırdı.
Maalesef o zamanki hükûmetin basiretsizligi bizi bu bâdireye sürükledi
ve
felâketimize sebep oldu. Eger ben Makam-ı saltanatta bulunsaydım, bu
elim vak’a
katiyyen husûle gelmezdi. ’’demiştir.
Neticede İttihatçı liderlerin baskısından kurtulan Sultan
Vahideddîn’in
elinde ancak düşmanlara teslim edilmiş bir milleti idâre etmek kaldı.
16 Mart 1920’de Îstanbul İtilâf devletleri tarafından işgâl
edildi.
Yunanlılar İzmir’e, İtalyanlar Güneybatı, Fransızlar da Güney Anadoluya
girdiler.Vahideddîn Han 11 Mayıs 1920’de düşmanların hazırladıgı ve
Anadolu’nun işgâlini ihtivâ eden Sevr
Antlaşmasını bütün baskılara ragmen
imzâlamadı. Osmanlı ordusu tamâmen lagvedildi. Medîne muhâfızı Fahri
Paşa, on
ikinci ordu kumandanı Ali İhsan Paşa ve Harbiye Nâzırı Mersinli Cemâl
Paşa gibi
degerli kumandanlar Malta’ya sürüldüler. Yalnız pâdişâhın şahsını
korumak için,
yedi yüz kişilik maiyyet’i seniyye kıt’ası bırakıldı. Sultan bu taburu,
Ayasofya
etrâfındaki sipere sokup câmiye çan takmak veya müze yapmak isteyenlere
ateş
ediniz emrini verdi.
İşgâl altındaki Îstanbul’dan vatanın kurtarılmayacagını
anlayan
Vahideddîn Han, güvendigi kumandanları Anadolu’ya göndermek istedi.
Ancak
bunlar;(Dünyâya karşı harp edilmez. Bu iş olmaz.) diyerek gitmeyi
reddettiler.
Sultanın, kurtuluşun Anadolu’dan gerçekleşecegine ümidi tamdı. Bir ara
kendisi
gitmeyi düşündüyse de İngilizler;’’ Eger Anadolu’ya geçersen Îstanbul’u
Rumlara
işgal ettirir, taş üstünde taş bırakmayız.’’ Diyerek engellediler. Bunun
üzerine
bir gün saraya çagırdıgı Mustafa Kemâl’i;’’Paşa, paşa! Şimdiye kadar
devlete çok
hizmet ettin. Bunları unutun. Asıl şimdi yapacagın hizmet hepsinden
mühim
olabilir. Devleti kurtarabilirsin.’’ Sözlerinden sonra, büyük yetkilerle
Anadolu’ya gönderdi.
Vahideddîn Han, bundan sonra Îstanbul’daki işgâl
kumandanlarını oyalamak
ve Anadolu’daki mücâdeleyi gözden uzak tutmak için türlü siyâsî
gayretler içine
girdi. Fakat İngilizler de Türk birligini parçalamak için pâdişah
aleyhine
çalışmaktan geri kalmadılar ve aleyhine kampanya başlattılar. Yegâne
arzuları
pâdişahı milletin gözünden düşürmekti. Nitekim bunda ısrar eden
İstanbul’daki
İngiliz işgâl kuvvetleri, 17 Kasım 1922 Cumâ günü halîfeyi baskı ve
silah
zoruyla Dolmabahçe Sarayından motora alarak Malaya harp gemisine
bıraktı. Bu
gemi, son Osmanlı pâdişahı ve İslâm halîfesini, İngilizlerin Türk
aydınlarını
sürdükleri Malta Adasına götürdü. Vahideddîn Han, acı ve sıkıntı içinde
geçen
bir sürgün hayâtından sonra, 16 Mayıs 1926’da İtalya’da vefât etti.
Cenâzesi
Şam’a getirilerek Sultan Selim Câmii Kabristanına defnedildi.
Vahideddîn Han, çok akıllı ve
çabuk
kavrayışlıydı. Arada Sultan Reşâd olmayıp da, İkinci Abdülhamîd Handan
sonra
tahta çıksaydı, İttihat ve Terakki hükûmetinin hatâlarını önleyecek,
felâketlerin önüne geçecek kudret ve idâre sâhibiydi. Mala, dünyâya
düşkün
olmadıgı güzel ahlâklı ve eşi az görülebilecek kadar fazla nâmuslu
oldugu
vesîkalarda göze çarpmaktadır. Çok sevdigi vatanından koparken yanında
şahsî ve
pek cüz’î mal varlıgından başka bir şey götürmedigi, ayrılmasının
üzerinden
henüz dört yıl geçmeden vefâtında kasaba, bakkala ve fırına olan
borçlarından
dolayı 15 gün tabutunun kaldırılmamış olmasından da anlaşılmaktadır.
Vahideddîn Hanın
vatanının ve milletinin ugradıgı felâketler karşısında neler düşündügü
ve neler
hissettigi kayıtlara geçmiş şu hadîseden çıkarılabilir. 1919 senesi
Ramazanında
bir sabah Yıldız Sarayında yangın çıkar. Kısa zamanda büyüyen alevler,
sultanın
geceleri kaldıgı dâireyi de sarar. O geceyi tesâdüfen Cihannümâ Köşkünde
geçirmiş olan Vaideddîn, yangını haber alınca, üzerine pardesüsünü
giyerek
dışarı çıkar. Köşkün önünde hiç telaş göstermeden yangını seyrederken
çevrede
aglayanları görünce gözleri yaşararak; ’’Benim vatanım ateş içinde, onun
yanında
bunun ne kıymeti var.’’ Demekten kendini alamaz.